Pages

23 Nisan 2013 Salı

23 Nisan Kutlu Olsun


“Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir.”

Mustafa Kemal Atatürk

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun!










21 Nisan 2013 Pazar

Allah'ım Beni Bana Bırakma


Gün, nasıl başlarsa öyle gidermiş.
Ruhumuzda uyuyan nice güzellikler gizli.
Hepsi de uyandırılmayı bekliyor.
Bunun için güneşin doğması, saatlerin çalması yetmiyor.
Bu güzellikleri uyandırmaya, bazen hiçbir şey yetmiyor.
Şükür ki, yarınlara dair emellerimiz yine de bitmiyor, tükenmiyor.
Onlar da olmasa ne yapardık, nasıl yaşardık?
Allah’tan ki, bu ümit bazen bir söz, bazen de bir dua olup, içimize akıyor, ruhumuzu uyandırıyor.
O anlardan birini bugün yaşadım.
“Allah’ım, beni bana bırakma
Adını dilimden uzak tutma,”
Diye diye, güne Allah ile, bu dualı sözle başladım.
İçimin güneşi doğmuştu artık.
Açıldıkça açıldı, ruhu kat kat saran perdeler.
Ve ardından Hira’nın sorusu geldi:
“Ömür nedir?” diye soruyordu.
“Ömür, bu gündür,” dedim.
Hira, bu defa, “gün nedir?” dedi.
“Gün mü” dedim, “o, upuzun bir ömürdür.”
“Bir cümleyle açar mısın?” dedi.
“Bir cümleyle,” dedim, “bir gün, Allah için yaşanmışsa eğer, işte o gün, Allah için yaşanmamış bir ömürden bile daha uzundur, daha değerlidir.”
Hz. Ali’nin sözünü hatırlamanın tam sırası:
“Bir insanın öldükten sonra cennete girmesine hayret etmem. Benim asıl hayret ettiğim şey; o insanın dünyadayken de cennet gibi bir hayat yaşamasıdır.”
Büyük insanın işaret ettiği şey, son derece yüksek bir iman nimetine erişmek olsa gerek.
Çünkü, hidayet ruhun cennetidir.
Rabbim, hepimize bu güzel iman yolunu ve nimetini nasip eylesin…
Bediüzzaman’ın Mesnevi’sinde geçen bir cümle yıllardır aklımdan çıkmaz:
“Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor.”
Yahya Kemal de aynı dertten mustarip; “ülfet belâlı şey,” diyor şairimiz. Hem de ne belâ…
Dünyada da, ahirette de baş belâsı, püsküllü belâ…
ALIŞTIĞIMIZ bir şey olunca yaşamak, hayat denen o büyük mucize, basitleşiyor âdeta.
Bir sabun köpüğü gibi sönüyor, elimizden kayıp gidiyor. Nasıl bir şefkatle ve merhametle beslenip büyütüldüğümüz unutulunca böyle oluyor.
En büyük nimet bile küçülüyor. Allah akla gelmeyince, her şey O’nun bize bir nimeti, bir ikramıdır diye bakılmayınca, sıradanlaşıyor ne varsa.
Bir değil, milyar değil, 100 trilyon hücreden ibaret olan insan vücudundaki, o ilâhi sistemi bir düşünelim.
Sadece tek bir insanın vücudunda yürütülen bu faaliyetler bile, akılları durduracak kadar harika değil midir?
Yüz trilyon hücremizin diliyle Rabbimize hamd ederiz…
Evet, hayatı bu kadar hikmetli ve harika bir şekilde yaratan Allah (c.c.), bu hayatın her ânı için her şeyden evvel ismiyle, sıfatıyla anılmaya lâyıktır. Rahmetli Cahit Zarifoğlu bir şiirinde bunu ne güzel ifade eder:
“Önce besmele, / en güzel kelime. / Allah’ım, / yol boyunca / bırakma elimi / düşerim sonra. / Allah’ım, / niçin halkettinse beni / kalbime söyle iyice / engellerden arınsın yolum. / Allah’ım, / nasıl pırıl pırılsa / güzelse sevdiğin kulların / öyle güzel kıl beni. / Allah’ım, / O güzeller güzeli / hangi iyilik diledi senden / dilerim ben de öylelerini. / Allah’ım, / Peygamber Efendimiz (s.a.v.) / hangi şerlerden sığındıysa sana / upuzak tut benden de onları. / Allah’ım, / yol boyunca / tarih boyunca / başıboş bırakma bizi.”
EĞER bu ince mânâları ve besmelenin esrarını Bediüzzaman’ın eserinden ve özellikle ‘Birinci Söz’den öğrenmese, okumasa ve görmese idik, gerçekten de işte o zaman cahil kalacaktık; gerinin de gerisinde işte o zaman olacaktık. Şükür ki, Rabbimizi bildik, tanıdık ve sevdik. Böyle bir Allah’ın adını anmayı şeref bildik, nimet bildik. Sonsuza kadar Rabbimin her nimeti için elhamdülillah…
Hz. Peygamberin (s.a.v.) her daim, “Hayretimi artır, Yârabbi!” duasına bütün hücre ve zerrelerimle “âmin” diyorum.
Allah’ım, hayretimizle beraber imanımızı da artır. Âmin.
İMANIN önemine işaret eden tarihî bir öykü ile yazımıza devam edelim:
Fatih Sultan Mehmet, bir gün Kur’an okurken şu âyetin mânâsına takılmış:
“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara iman(da sebat) edin!” (Nisa,136)
Fatih:
“Âyet, zaten iman edenlere sesleniyor. Ardından tekrar imanı emretmesi acaba neden?”diye düşünmüş.
Alimlerle sohbeti esnasında konuyu kendileriyle paylaşmış. “Ne düşünüyorsunuz?” diye sırmuş.
Âlimlerin arasından Akşemseddin, “Sultanım,” demiş. “Dışardan gelen seslere kulak verin, cevabınızı alın.”
Dışarıdan o sırada mehteranın kös sesleri geliyormuş. Fatih, “Efendim, biraz açar mısınız?” demiş. Bunun üzerine Akşemseddin şöyle izah etmiş:
“Sultanım, mehteranın davullarından ‘düm, düm’ sesleri geliyor. ‘Düm’ kelimesi sizin de bildiğiniz gibi Arapça’da ‘devam et’ anlamına geliyor. Âyetin de mânâsı bu olsa gerektir. Bu âyet, ‘Ey iman edenler! Allah’a, Peygambere, Kitaba olan imanınızda her daim devam edin!’ mesajı vermektedir.”
İnsanın elbisesi eskidiği gibi, imanı da eskiyebilir. Elbise gibi, imanı da yenilemek gerekir. Öte yandan, âyetin yorumunda şöyle bir incelik de düşünülebilir:
“Ey iman edenler! İmanınızı kontrol ediniz. ‘Allah’a inandım’ diyor, ama O’na itaat etmiyorsanız, ‘Peygambere inandım’ diyor, ama onun yolundan gitmiyorsanız, ‘Kitaba inandım’ diyor, ama Kitaba göre yaşamıyorsanız, gelin imanınızı kontrol edin. Belki tam inanmadınız, inandığınızı sandınız. Zira Allah’a iman, O’na itaati gerektirir. Peygambere iman, O’nu rehber kabul etmeyi icap ettirir. Kitaba iman, Kitaba göre bir hayatı netice vermelidir.”
Kışın geleceğine inanan insanlar, yazın sıcak günlerinde, odun ve kömür telâşına başlarlar. Çünkü sıcak günlerden sonra, soğuk günlerin geleceğine tereddütsüz inanmaktadırlar. Benzeri bir şekilde, âhiretin geleceğine inanan biri, elbette ve elbette oraya hazırlık yapar. Orada işine yarayacak şeylerle ömrünü değerlendirir. Demek ki, gerçek anlamda iman etmek ayrı bir olay, kendini “iman etti zannetmek” daha ayrı bir olaydır.
ALLAH’IM! Sana karşı günah işleyenlere bile ne kadar bağışlayıcı ve lâtifsin. Seni arayana ne kadar yakınsın; sana el açıp yalvarana ne kadar müşfiksin. Ümidi sende olanlara ne kadar iyisin, merhametlisin. Kim, senden yardım istemiş de reddedilmiştir. Kim, sana sığınmış da ihanete uğramıştır. Kim, sana yaklaşmış da sen ondan uzak durmuşsundur. Kim, sana kaçmış, sığınmış da sen onu kapından kovmuşsundur!..
Rabbim her şey senindir. Yaratan sensin ve hüküm senindir. İsimlerinde gizlenenler ile ve nurunu örten perdeler ile bu huzursuz ruhu, bu ıstıraplı yüreği bağışla.
Allahım, bütün alçaklıklardan korunmak için sana sığınırız; senden başka bütün korkulardan; senden başka bütün yoksulluklardan…
Allahım, yüzümüzü senden başka kimseye çevirmeyiz, secde ettirmeyiz. Öyleyse ellerimizin de senden başka bir şeye uzanmasını engelle ne olur!
Senden başka ilâh yoktur. Doğrusu ben de nefsine zulmeden zalimlerdendim. Ama şükürler olsun Allahıma, âlemlerin Rabbine.
“Allah’ım, beni bana bırakma
Adını dilimden uzak tutma,”

Selim GÜNDÜZALP

16 Nisan 2013 Salı

Günün Hadisi


Müslüman müslümanın kardeşidir ona zulmetmez; onu (zalimlere de) teslim etmez. Kim, din kardeşinin bir ihtiyecını giderirse, Alla da onun ihtiyacını giderir...

Buhari, "Mezalim", 3

Bir Kibrit Daha



Son zamanlarda sıkça rastladığım, dikkatimi çeken, rahatsız olduğum ve rahatsız oldukça da üstüme üstüme gelen bir olaydan bahsetmek istiyorum. Ne yazık ki bitmeyen tükenmeyen dert sigara. Sigaranın içenlerin yanı sıra hatta onlardan daha fazla yanında bulunan insanlara zarar verdiği aşikar. İçenlerde bunun gayet farkında. Tekrardan bu konularla ilgili dem vurmak değil niyetim. Benim rahatsız olduğum mesele toplum içinde umumi alanlarda sigara içenlerin sigarasının dumanı ve külü. Hadi dumanı çeke çeke alıştık. İnsanlar ne yazık ki ortamda çocuk mu var hamile bayan mı var hasta, yaşlı mı var demeden rahatça ve marifetmiş gibi dudağını büke büke göğsünü gere gere tüttürüyorlar zehirlerini. 


Yaşadığım yerin biraz rüzgarlı olması hasebiyle olsa gerek yürürken önümden yanımdan giden insanların içtikleri zehrin külü savrularak gözüme giriyor. Ben bu duruma sinirlendikçe her seferinde yine beni buluyor. Hele bir sonuncusu oldu ki bu en kötüsüydü. Kül gözüme ulaştığında hala sıcak olmalı ki gözümü yaktı. Allahtan basit bir şeydi çabucak geçti acısı. Fakat daha sıcak olsaydı veya daha hassas bir yere isabet etmiş olsaydı ve ciddi bir sonuç doğursaydı bunun hesabını kim verirdi. Daha doğrusu bunun hesabı kime sorulurdu? Çünkü bir sürü insan sigara içiyor.yoksa tütün fabrikasına falan mı sorulurdu? Ben söyleyeyim. Kimseye sorulmaz! Ben yanık gözümle kalırım, külü savrulan sigarayı tüttüren kişide başka paketlerde yeni zehirlere kibrit çakar. Geçenlerde bu mevzuyla alakalı birisini uyardım. Efendi bir insanmış ki üzüldüğünü belirterek özür diledi. Mahcup oldu karşımda. Fakat öyle tahmin ediyorum ki 2 saat geçmeden aynı yerde başka bir sigara yakmıştır.
Görünen o ki; paketlerin üstündeki resimler, televizyon kanallarında yapılan caydırıcı yayınlar pek bir işe yaramıyor. Kapısında 18 yaşından küçüklere sigara satılmaz yazan marketler her yaşa rahatlıkla sigara satabiliyor. Milyonlarca tiryaki varken bu soruna kesin çözüm bulmak çok zor elbette. Fakat en azından içiciler çevreye karşı biraz daha dikkatli davranabilir.bu yazıyı okuyan bir sigara kullanıcısı olabilir. Kapalı alanlarda içmek yasak açık alanda da böyle olursa nerde içelim diyebilirler. Fakat beni ilgilendirmez nerde içersen iç. Benim canım kıymetli hepimizin canı kıymetli. Senin de biraz canın kıymetli olsunda içmeyiver. Hen senin canın kıymetli olsun hemde sevdiklerinin. Bundan 5 ay kadar önce yakın bir arkadaşımın abisi akciğer kanserinden vefat etti. Ardında 2 yetim çocuk, genç dul bir kadın ve evlat acısıyla yanan yaşlı anne baba bıraktı. Bu trajik hikayenin esas oğlanı kimdi dersiniz? Tabi ki şu baştan beri bahsettiğimiz sigara. 
Sebepleriyle sonuçlarıyla her şey ortada, bütün bunlara rağmen hala içmekte ısrar ederseniz seçim sizin.

Şimdi hayatınızın sonuna bir kibrit daha çakabilirsiniz.

Tuba Avcı


15 Nisan 2013 Pazartesi

Yeni Oyuncağım


Bir süredir yeni bir oyuncak edindim onunla oynuyorum, oyalanıyorum...

ArtRage diye bir program, paint'in geliştirilmiş hali desek yalan olmaz ;) Bendeki sürümü ArtRage 3 Studio Pro. Sulu boyası, kalem boyası, spreyi, pastel boyası, spatulası.... ile geniş bir çalışma alanı sunuyor. Acemi biri olarak benden geçer not almayı başadı :) İlk başta ne yapacağıma karar veremedim öyle oyanlandım, uğraştım başarılı olamadım, deneye deneye elim biraz alıştı ama daha yolun başındayım. Bir şeyler yapabilir oldukça sizlerle paylaşırım


Çalışmalarımdan bazıları;













11 Nisan 2013 Perşembe

Birkaç Harf ve Bir Nokta


Biz, bugün senden benden ondan değil, bahardan konuşalım.“Gel, bugün Nevruz-u Sultanîdir.” Bak, yürüyen gölgelerle dolu bu dünyada düşlerin sarayı yeniden inşa ediliyor.
Bir ışık seli gündüzler, aydınlık ve saydam olmuş günler.
Güneş döküyor eteklerindekini dünyanın yüzüne.
Ve senin, benim ve onun yüzüne.
Rüzgâr, dirimin ve ölümün kokularını savuruyor dört bir yana.
Çürümüşlüğün ağır kokusunu, dirimin kokusunu.
Bahar dallarının mahmur kokusu vuruyor burnuna. Savuruyor yaşamın gizemini meleklerin kanatları.
Rüzgâr nedir sahi?
Gerçekten nedir?
Sadece bir hava devini mi... kaldır gözünden uyuşukluğun o ağır tozlu perdesini.
Şimdi hasat mevsimi...
Ve bir daha düşün gördüklerini.
Tohumları taşıdı durdu bir diyardan öbürüne o bereketli işçi.

Şimdi hasat mevsimi.

 Vakit geldi.
 “Bir tebeddülât olacak, acîb işler çıkacak.”
 Bak, haşir meydanını andırıyor bağ bahçe, dere tepe.
Bas bas bağırıyor geçip giderken zaman,
Ne diyor, bir belle.
Sadece bir uğultu mu rüzgârın sesi?
Kaldır kulaklarındaki o ağır perdeyi?
“Yok olup gitmeyeceksiniz toprağın altında.
Boşuna değil bu tomurcuklanma.
Toprağın altındaki o çürümüş kemikleri, tıpkı o kuru tohumları etlendirip meyveye dönüştürdüğü gibi yeniden etlendirecek O.”
 Fulyalara, nergislere, lâle ve sümbüllere bak. Frezyayı da es geçme, ona da bak.
Hüsnühatla yapraklanıyor ağaçlar bir kez daha.
Nasıl da uzatıyorlar başlarını.
 Araba homurtularını, korna seslerini, insanların konuşmalarını sıyır at.
İşte o zaman duyarsın yaşamın uyanış türküsünü
 Şefkatli bir gülümsemeyle bakıyor bahar sana, bana, ona.
Kalbinin kapısında, pas tutmuş bir asma kilitti kış.
Açılıverdi baharın anahtarıyla.
Arala o kapıyı.
Arala ki, ağır ağır aksın ebediyetin sesi içine.
İçine umut dolsun.
Toprağın donu çözülüyor.
Bak, sızıyor toprağa yağmur suları inceden.
Al eline bir kap suyu, bir saksının yanına var ve ağır ağır sula onu.
O toprak gibi senin ruhun da.
Ne gizemler saklı bağrında.
Ne tohumlar uyuyor koynunda..
Ne çiçekler filizlenecek onda.
Ebediyet çiçekleri, bir açtı mı hiç solmayacaklar..
 Bugün ne senden, ne benden, ne de ondan bahis yok.
Bugün kendimizin dışına taşma, kendimizi aşma/açma zamanı.
Şimdi düşüncelerine bir çift kanat tak.
Süzülsünler yaşamın göğünde.
Uzanıver bir dere kenarına.
Ayaklarını kar suyuna daldır.
Buzların eriyişini düşün.
Bir gün senin de gönlünün karları eriyecek, bil.
Bunu ben değil bahar söylüyor sana.
Hayatını doluşturduğun odan darmadağınık.
Pencereleri toz kaplamış.
Dışarıyı görebileceğin az bir menfez de mi yok.
Şöyle küçük bir alan yeter de artar sana.
Duvardaki çatlaklarla meşguliyeti bir koy kenara.
Camdaki kir pası da bırak.
Bak, hayatın boynunda çiçeklerden yapılı bir gerdanlık var, adı bahar.
Bak, azıcık bak.
Nasıl da art arda patlıyor tomurcuklar.
Semanın bağrında göveren yeni bir yıldız gibiler.
Sönmüş ateşin alev alması gibi, ani ve defaten çıkarıldı kara toprağın bağrından bahar.
Ansızın bir kuş gibi kondu bahçene.
Güzellik ve sükûnet yağıyor ılık havaya.
Yeşil bir şenlik ateşi alazlanmış ağaç dallarında.
Kederli dünyanın içi içine sığmıyor.
Kasvetin elleri yakandan düşüyor.
Giderken çakmak çakmak gözlerini son kez gözlerine dikiyor.
Sanki, “Yeniden geleceğim, bu gününün kıymetini bil,” diyerek.

Bırak bahar seni sarsın

Uykusuz kasvetli gecelerin gündüzü bahar.
Yüzüne konmuş bir tebessüm bahar.
Tebessüm tebessümle çoğalır.
Zoraki de olsa, tebessüm yine de tebessümdür.
Varsın içinden gelmesin.
Varsın, donmuş olsun hislerin.
Kalbinde kış hüküm sürse de, bırak bahar seni sarsın bir güneş gibi.
Birkaç harf ve bir noktadan ibaret hayat.
Birkaç harf ömür.
Bir noktacık ölüm.
Hayatın damarlarında atıyor baharın kanı, her yanı kuşatmış.
Ölümden sonra dirilişin sergisi var.
Karşında tüm haşmetiyle beliren bir gerçek var.
Maddi dünyaya sığamayacak kadar büyük ama insanın küçük aklının alabileceği bir hakikat.
Karşında, zamanın küllerinden yaratılan bir mucize var.
Adı Bahar.
Kanatlarında, Ebedi Olanın selamı var.
Bir de diyorsun, kimse beni sevmiyor.

MUSTAFA ULUSOY-ZAMAN

8 Nisan 2013 Pazartesi

Mariana Çukuru



Geçen gün ders çalışmaya inat ne yapsam ne yapsam diye düşünürken aklıma “Guam çukuru” geldi. Yani benim ilkokul bilgilerimden aklımla öyle kalmış. Molla google yine benim ne demek istediğimi anladı ve “Mariana çukuruna” yönlendirdi. Meğersem Guam hemen yanındaki adanın ismi imiş ve ben çukuru değil adayı hatırlıyormuşum. Bilgileri tazelemek adına birkaç ansiklopedik bilgi edindikten sonra hemen belgeselini izledim.
Buyurun dünyanın en derin noktasına göz atalım;


Mariana çukuru, Büyük okyanusun batısındaki Mariana adalarının en büyüğü olan ve en güneyindeki adası olarak bilinen Guam adasının güney batısında, Japonya ve Endonezya’nın tam ortasında yer alıyormuş. :)  Bilim adamları tarafından yapılan araştırmalar neticesinde en derin noktasının 10.994 metre olduğu belirlenmiş ayrıca uzunluğunun 2542 kilometre olduğu tespit edilmiştir. Çukurun genişliği ise 69 kilometredir.

Mariana Çukuru’nun nasıl oluştuğunu açıklamak gerekirse; Kimi zamanlar yerkabuğunu oluşturan plakalardan bazıları birbirlerine yaklaşarak çarpışırlar. Bu çarpışma neticesinde plakalardan biri diğerinin altına girerek ‘’dalma’’ adı verilen bir durum gerçekleştirir.

Dalma durumunun anlamı ise yoğunluk bakımından üstün olan plakanın, daha az yoğun olan plakanın altına kayması olayıdır. Sonuç olarak bu bölgelerde şiddetli depremler görülebilir ve depremlerin oluştuğu derinlikler levhaların büyüklüğüne göre 700 kilometreyi bulabilir. İşte Mariana Çukuru’da Pasifik plakası ile Mariana Plakası’nın birbirine çarpması sonucu oluşmuş bir çukurdur.

Doğal olarak oluşmuş bu çok büyük derinliğe ilk olarak inen kişiler Amerikalı asker Teğmen Donald Walsh ve İsviçreli bilim adamı Jacques Pİccard’tır. Dalışı gerçekleştirmek için Batiskaf (çok yüksek basınçlara dayanabilen sert maddeden yapılmış çelik küre biçimli, dalış için benzin boşaltarak onun yerine deniz suyu alarak demir safra atan araç) adlı su altına dalıp çıkabilen bir araç kullanmışlardır. Dalış tam 5 saat sürmüş ve 10916 metre derinliğe inilmiştir. 25 Mart 2012 tarihinde’de Titanik, Terminatör, Aliens ve Avatar gibi ünlü filmlerin yönetmenliğini ve aynı zamanda prodüktörlüğünü yapmış olan James Cameron kendi özel denizaltısıyla 156 dakikada tabana inmeyi başardı ve bu derinlikte yapmış olduğu saatler süren araştırma sonunda 70 dakikalık bir yukarı çıkış yolculuğu ile serüvenini tamamladı.


Mariana Çukuru’nun derinliklerine doğru yapılan bu yolculuklar her ne kadar kazasız ve belasız atlatılmışsa da göğüs gerilen ve göz ardı edilen tehlikeler oldukça büyüktür çünkü dip noktadaki basınç yeryüzü basıncının nerdeyse 1000 katı oranındadır. James Cameron’un dalış yaptığı denizaltıda bu sebepten dolayı metrekare başına 7250 tondan daha fazla oluşabilecek bir basınca karşı dayanıklı olarak yapılmıştır. Okyanusta basınç her 10 metrede santimetrekareye 1 kilogram artar. Bu örnek verildiğinde zaten hiçbir insanın yardımsız ve geliştirilmiş araç v.b ekipmanlar olmadan bu tarz derinliklere iniş yapamayacağı net bir şekilde anlaşılabilir.
CNN TÜRK sunucusu konudan bahsederken “Umarım yerin binlerce km altında hiçbir şey bulamazlar çünkü bulurlarsa orayı da yeryüzüne benzetmelerinden korkuyorum” diyor. Yorum size kalmış.
Belgeseli ve edindiğim bilgiler benim için hayli ürkütücü ve bir o kadar da Yaradanın kudretinin ne büyük olduğunu gösteren verilerdi.

İzlemek isteyenler buradan belgesele göz atabilir.
İyi seyirler…


 

(c)2009 biraz biraz. Based in Wordpress by wpthemesfree Created by Templates for Blogger